24 Ekim 2010 Pazar

Bu ayakkabılar başka ayakkabılar!

Başkanlık görevinin son günlerinde George W. Bush’u Irak’ta bir sürpriz bekliyordu. Washington’dan gizlice ayrılan ABD Başkanı George W. Bush, Irak’a gerçekleştirdiği son gezide bir gazetecinin ayakkabılı saldırısına uğradı. Irak Başbakanı Nuri El Maliki ile ortak bir basın toplantısı düzenlediği sırada meydana gelen olayda, Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi iki ayakkabısını da çıkarıp peşpeşe Başkan’a fırlattı. Bir yandan da “Bu sana veda öpücüğüm köpek” diye haykırdı.

Bir anda dünya gündemine oturan olayın etkileri daha da sürecek gibi. Yaşanan olayın dünyadaki yankıları da oldukça ilginç oldu. Kimileri olayı Bush’a duyulan nefretin patlama noktasına gelmesiyle açıklarken kimi çevreler ise atılan ayakkabıların aslında Obama’ya fırlatıldığını bunun bir nevi ültimatom taşıdığını ileri sürdü. Iraklı gazeteci ayakkabılarını atarken içine hangi mesajları yüklemiştir bilinmez ama 2008’in en ilginç olaylarından birisine imza atmış oldu.

Ayakkabı olayı o kadar popüler bir hale geldi ki; sanal ortamda Bush’a ayakkabı fırlatıp en isabetli atışı gerçekleştirmek isteyenler için oyunlar yapıldı. Öte yandan Bush’a fırlatılan ayakkabılara sahip olmak için yüksek miktarda ücret ödemeyi göze almış insanlar bile var.

Obama’nın delik ayakkabısı!
Amerika’nın yeni başkanı Obama da seçim çalışmaları esnasında bürosunda çekilen bir resimden dolayı tartışma konusu olmuştu. Obama fotoğrafta tabanı delinmiş, yıpranmış ayakkabılarıyla objektiflere poz veriyordu. Rakip cumhuriyetçiler fotoğrafın basına yansımasının ardından Obama’yı ‘ajitasyon’ yapmakla suçlamış, seçmeni  kandırdığını iddia etmişlerdir.

Hrant Dink’in ayakkabıları!
Yaklaşık iki yıl önce Agos Gazetesi önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Hrant Dink de delik ayakkabıları ile gündeme gelmişti.

Fotoğraflarla Türkiye tarihine yolculuk!

Karlsplatz Viyana Müzesi, yaklaşık iki ay boyunca ziyaretçilerine Türkiye’nin tarihine nostaljik bir yolculuk bir imkanı sunuyor. 1930’lu yıllarda Türkiye’de bulunan Avusturyalı fotoğrafçı Othmar Pferschy’nin objektifinden dönemin Türkiye’sine dair ilginç karelerin yer aldığı “Türkei Modern” başlıklı fotoğraf sergisi 9 Kasım tarihine kadar görülebilir. Pferschy’in çektiği fotoğraflarda dönemin çarpıcı izlerini görebilmek mümkün. Geçmişe doğru bir yolculuk yapmak isteyenler için kaçırılmayacak bir fırsat.

İstanbul Modern Sanat Müzesi, Türkiye’nin belgesel fotoğrafçılığında derin izler bırakan Othmar Pferschy’nin (1898–1984) fotoğraflarından bir seçkiyi ilk kez Avusturya’da sergiliyor. Sergide geçmişle gelecek arasında kimliğini arayan genç bir devletin enstantaneleri var. Sergi, Sankt Georgs Derneği’yle işbirliği sonucunda düzenleniyor.

18 Eylül tarihinde açılışı yapılan sergiye ilgi beklenenden oldukça düşük seviyelerde kalmış durumda. Sergiyi üç haftada yaklaşık 400 kişinin ziyaret ettiği belirtiliyor.

Othmar Pferschy, Graz doğumlu bir fotoğraf sanatçısı. O dönemde İstanbul’da yaşayan sanatçı 1935 yılında Devlet Basın Ajansı tarafından profesyonel fotoğraflar çekmesi için görevlendirilir. Bunun üzerine Pferschy, tüm ülkeyi gezer. Uzun yıllar takvimlerde, kartpostallarda ve pulların üzerinde kullanılacak fotoğrafları çeker. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere Türkiye’nin çeşitli yerlerinde fotoğraflar çeken Pferschy, ülkenin genel bir kompozisyonunu ortaya koyar.

Geleneksel yaşam ile kalkınmanın yan yana bulunuşunu keskin bir karşıtlık yerine siyasal bir bilinçle belgelendirir. Aynı zamanda da arkeolojik açıdan görülmeye değer yerler, arkaik manzaralar, kültürel çekim merkezleri, balıkçılar ve köyler de Pferschy’in objektifine yansıyan karelerden olur. Avusturyalı sanatçının fotoğrafları milyonlarca kez broşürlerde, takvimlerde kartpostallarda ve pulların üstünde yer alarak yayılır.

Girişin ücretsiz olduğu sergi, Salı-Pazar günleri arasında 09.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Müze tatil günleri de ziyaretçilere açıktır.

Müze: Wien Museum, Karlspltaz 1040 Wien
Ayrıntılı bilgi için: www.wienmuseum.at

Teknoloji, insanı yalnızlığa mı itiyor?

Teknoloji insan hayatını nasıl etkiliyor? Kolaylaştırdığı bir gerçek. Ama bunun yanında insanlardan neler götürüyor? Hiç bunları düşündünüz mü?

Büyüklerimiz sık sık geçmişi anlatırken, aile sohbetlerinin sıcaklığından, dost, akraba ve komşu ziyaretlerinin sıklığından bahsederlerken aslında bugün bunların yok oluşuna üzülmektedirler. Her geçen gün gelişen teknoloji, insanı kendi kendine yeter hale getirmiştir. Aslında getirmemiş, böyle bir düşünceye kapılmasına zemin hazırlamıştır.

Arkadaş sohbetleri Messenger üzerinden yapılırken, sıcak bir gülümseme yerini iki nokta üst üste ve parantez kapama tuşuna bırakmıştır. Televizyon dizileri her akşam mutlaka izlenmesi gereken bir görev gibi görülürken, bilgisayar oyunlarıyla yetişen çocuklar hayalle gerçeği birbirinde ayırt edemez hale gelmişlerdir. Teknolojinin bu anlamda yaptığı en büyük kötülük her şeyin sahtesini üretmek olmuştur.  Sahte hayatlar, sahte mutluluklar, sahte kişilikler…

Birçok kişi sosyal hayatta yapamadıklarını sanal ortamda gerçekleştirerek bir nevi kendini tatmin etmiş oluyor aslında. Ama yapılan şey, insanının sosyalleşmesini daha da zor hale getirmekten başka bir şey değil. Birçok aile, çocuklarının bilgisayar başından kalkmadığını, birlikte yemek yemek için bile gelmediklerini söylüyor. Bilinçsiz tüketim, birçok sosyal sorunu da beraberinde getiriyor.

Elbette teknoloji bu kadar kötü bir şey değil. Teknolojiden muhakkak yararlanmak gerekir. Teknolojinin nasıl kullanıldığıdır önemli olan. Televizyon ve internet, haber alma ve boş zamanları değerlendirme adına önemli bir alternatiftir. Bilgi edinmek, araştırmak ya da yeni bir şeyler öğrenmek bu teknolojiler sayesinde daha kolay bir hale gelmiştir. Ancak teknoloji ile olan alışverişimizi düzeyli bir seviyede tutmak gerekir. Bir ilaç düşünün. Doktorun tavsiyesine göre ilacı aldığımızda hastalığımız geçer ancak gereğinden çok içtiğimizde ilaç bizim için bir zehir de olabilir.

Her insanın tek başına bir birey olarak yaşamını sürdürmesi imkânsızdır. Muhakkak başka insanlara ihtiyaç duyarız. Üzüldüğümüzde acımızı paylaşacak, sevincimizde mutluluğumuzu paylaşacak dostlara, arkadaşlara hepimiz ihtiyaç duyarız. Çünkü hayat, ancak paylaşıldığında güzeldir ve daha yaşanılırdır. Teknoloji, bizi toplumdan koparmadığı sürece yararlanılması gereken önemli bir fırsattır. Bunu bu şekilde değerlendirmek gerekir.

Çevremizde gördüklerimiz kadarıyla belki şunu söylemek mümkündür: Aslında teknoloji değil, insan kendini farkında olmadan yalnızlığa itmiştir. Elbette bunda teknolojiyi bilinçli bir şekilde kullanmamanın payı büyüktür. 

Yolları Viyana ile kesişen ünlüler…

Dünyanın sayılı sanat şehirlerinden biri olan Viyana, birçok ünlü sanatçıyı kendi içinden çıkardığı gibi başka ülkelerde yaşayan ünlü isimleri de kendine çekmeyi başarmış bir şehir.

Candan Erçetin Viyana’da 1 yıl yaşayabilmiş
Candan Erçetin, Arkeoloji eğitimini devam ettirmek maksadıyla geldiği Viyana’da bir yıl durabilmiş. müzik kariyerine son verme pahasına geldiği Viyana’dan Türkiye’ye büyük bir özlem duymuş bir şekilde dönen Candan Erçetin, iyisiyle kötüsüyle, insanın kendini en iyi hissettiği yerin doğduğu ve yaşadığı yer olduğunu söylüyor.

Öte yandan Candan Erçetin, geçtiğimiz ay içerisinde “Avusturya Kahveciler Birliği Balosu”na katılarak burada mini bir konser verdi.

Emrah, Viyana’dan ev aldı
Viyana’nın 2.bölgesinden 600 bin Euro’ya villa satın alan Emrah müzik çalışmalarını burada sürdürecek. Emrah,  “Artık kendi hayatımı yaşamak istiyorum. Viyana’ya yerleşip uzun süre Türkiye’ye gelmeyeceğim. Kendimi orada özgür hissediyorum” diyor.


İhsan Süreyya Sırma kitap çalışması için Viyana’yı seçti
Viyana’ya ilmi çalışmalarını sürdürmek amacıyla gelen ünlü tarihçilerimizden Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Türkiye’deki çalışmalarına ara vererek önemli bir projesini gerçekleştirmek için Viyana’yı seçmiş. Hz. Adem’den günümüze insanlığın kitabını yazmayı planlayan Sırma, bunun için en güzel ortamın Viyana’da olduğunu düşünmüş. Viyana’da eğitim gören öğrencilerin ziyadesiyle istifade etmeye çalıştığı İhsan Hoca, halen Viyana’da yaşamını sürdürüyor.


Okumak için geldi, modada bir numara oldu
Atıl Kutoğlu 1968 yılında doğdu. İşletme eğitimi için gittiği Viyana`da ilk koleksiyonunu viyana belediye başkanından aldığı bursla sergilemiştir.1993’te Münih moda haftasında en iyi genç modacı,  1994 yılında Avusturya’nın en iyi modacısı ödülünü almıştır. Kutoğlu, yaşamını halen Viyana’da sürdürüyor.

İlber Ortaylı
Ünlü Tarihçi Yazar Prof. İlber Ortaylı, 1947'de Avusturya'da doğdu. Viyana Üniversitesi’nde Slavistik ve Orientalistik okudu. 2005 yılı Haziran ayından bu yana Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda Galatasaray Üniversitesi’nde ders vermeye devam etmektedir.

Cehennemden çıkan çılgın Türklere ne oldu?

„Cartel bir numara en büyük, Cehennemden çıkan çılgın Türk“ sözlerinin dört bir yanda yankılandığı yıllar. Yıl 1995. Almanya’da yaşayan gurbetçi Türk gençlerinin oluşturdukları rap grubu gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de müthiş bir yankı uyandıran bir albüme imza attılar. Gruba gösterilen ilgi o kadar büyüktü ki, kısa zaman dilimine 113 konser sığdırmışlardı. Grubun isminin yazılı olduğu tişörtler gençler tarafından o kadar benimsenmişti ki üniforma gibi gururla taşımıştılar sırtlarında tişörtleri.

“Gel gel gel cartele gel“ sözlerinin dillere pelesenk olduğu yılların ardından aynı başarıyı yeniden tekrarlayamaması grubun sonunu hazırladı. Ve sırra kadem basıp, yok olup gittiler.

Evet, Cartel’den söz ediyoruz. Aslında Cartel’in en önemli özelliği Türkçe rap ve hiphop tarzının ilk kez geniş kitleler tarafından duyulmasına, benimsenmesine önayaklık etmesidir. Günümüzdeki Türk rapçilerin birçoğunun Cartel grubundan etkilendiklerini tahmin etmek zor değil.

Cartel’in çıkış amacı ilk bakışta Almanya’da yaşayan Türklerin karşılaştıkları sıkıntılara bir tepkiydi. Şarkılarında da sık sık bu görüşlere yer vermişlerdi. Cartel grubu çıkış parçasına çektiği klibinde arka planda Sollingen faciasının görüntüleri yer alıyordu. Zaten Cartel’in ortaya çıkışı da Almanya’da yaşayan Türklerin evlerinin kundaklandığı, ırkçı saldırıların arttığı zamanlara rastlar. Almanya’ya gelen Türk işçilerin yaşadığı zorlukların ikinci nesil tarafından sert bir şekilde yorumlanması, kendilerine uygulanan ikinci sınıf insan muamelesine karşı bir başkaldırı olarak da nitelendirilebilir.

Grubun bu sosyal boyutunun yanı sıra müzik piyasası açısından da büyük bir başarı elde etti. Albümün Türkiye’deki satışı 500 binleri geçmeyi başarmış, aynı şekilde Türklerin yaşadığı Avrupa ülkelerinde de büyük bir ilgi görmüştü. Ancak grup içerisindeki anlaşmazlıklar grubun dağılmasıyla sonuçlandı. Önemli isimlerin grubu bırakması üzerine gruba yeni isimler dahil edildi. Almanya’nın eski rockçılarından Peter MAFFAY’la birlikte yeni bir çalışmanın içine girildi. Ancak istenilen başarının gelmemesi Cartel’in misyonunu tamamladığı anlamına geliyordu.
Grup üyelerinden “Cinayi Şebeke” haricinde herkesin solo albümleri yayınlandı. En çok sesini duyuran ise Erci-e oldu. Ancak o da bir süre sonra piyasadan silindi gitti.

Şimdilerde Cartel grubunun yeniden oluşturulması yönünde çalışmalar olduğuna dair duyumlar geliyor. Bakalım Cartel ruhu yeniden diriltilebilecek mi?

Cehenneme Hoş geldin!
25 sene önce Yozgat´ta doğdum
Doğdum ama sonra pişman da oldum
Anne baba gitti gitti Almanya´ya
Hayat kurmaya para kazanmaya
Para bol orda ama mutluluk yok
Annem ağlar ben ağlarım daha çok
3 sene sonra bende gittim oraya
Almanların eziyetlerine katlanmaya
Sakin abarttığımı zannetme
Büyüklerin anlatsın sen de dinle
Olup bitenleri eğer bizde unutursak
Bizden sonra gelenleri kim koruyacak?
Kim anlatacak inanılmaz olayları?
Bir hayvan gibi muayene olunmayı?
Bir çocuk gibi azarlanmayı?
Korkuyla yatıp sabah korkuyla kalkmayı!!!
O yasak, bu yasak yasak sana
Çünkü onun saçı sarı seninki kara
İnsanca beraber yasamaktan anlatma
Türkiye mi zannettin? Burası Almanya!!!

Hoşgeldin, hoşgeldin, cehenneme sen de hoşgeldin

1993 burada yaşamak çok güç
Kurtuluşumuz vatana geri dönüş
Bıktım artık daima ezilmekten
Bıktım artık daima dalga geçilmekten
Alçak dazlak silah lazım değil bana
Sıkıştıracağım o kafanı kapı arasına
Aç kapa! aç kapa! Sıkı vur kapıyı
Bir daha denemezsin sen insan yakmasını
Satmışım anasını Almanya’nın
Kimin evini yakacaklar acaba yarın

—Yok canım buraları yakmazlar,
Almanlar bizle çok iyi anlaşırlar...

Maydanoz herifler ilgilenmezler
Para kazanmak için her şeyi verirler
Her gün terler Türkler ve sonunda
Vatana bir tahta sandıkta dönerler

Hoşgeldin, hoşgeldin, cehenneme sen de hoşgeldin

Kara Ölüm’ün Viyana’ya bıraktığı hatıra: Viyana Veba Sütunu

 Tarihe “kara ölüm” olarak da geçen veba salgını dünya üzerinde oldukça büyük bir yıkıma neden olmuştur. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği salgının izlerini Viyana’da da görmek mümkün. Viyana’nın göbeğinde bulunan Kral 1.Leopold tarafından yaptırılan anıt, bu salgında ölen binlerce insanın anısına dikilmiş.

Viyana’nın en tanınmış sanat eserlerinden biri olan Veba Sütunu, Viyana açısından önemli bir tarihi olaya işaret ediyor. 1693 yılında yapımı tamamlan anıtın inşasında birçok mimar ve heykeltıraş görev almış. Sütun bugün Viyana’nın en dikkat çeken tarihi anıtlarından biri.  Şehrin veba hastalığından kurtulmasının şerefine dikilen anıt Viyana’nın merkezi sayılan Graben’de bulunuyor.

Avrupa’yı kasıp kavuran ve tarihe Büyük Veba Salgını olarak geçen hastalık yayıldığı dönem içerisinde nüfusu 75 milyon olan Avrupa’nın üçte birinin salgına yakalanarak ölmesine neden olmuştur. Veba’nın bu denli etkili olmasının en büyük nedeni hastalığın neden kaynaklandığının anlaşılamaması ve ilacının bulunamayışıdır.

Salgın ilk olarak Uzak Doğu’da ortaya çıkmış ticaret amaçlı yapılan İpek Yolu kervanları vasıtasıyla hastalık virüsü geniş alanlara yayılmıştır. Veba’nın Avrupa’ya ulaşması ise oldukça ilginçtir. O dönemde Rusya’ya hakim olan Tatarlar, Cenevizlilerin ellerinde tuttukları  Kırım `daki Kefe Kalesi’ni kuşatırlar ancak ordu hastalıktan perişan olunca kuşatmadan vazgeçmek durumunda kalırlar. Vebaya Cenevizliler’in sebep olduğuna inandıkları için bu hastalıktan ölmüş askerlerin cesetlerini mancınıklarla Cenevizliler’in kalesine fırlatırlar. Cenevizliler cesetlerden hemen kurtulsalar da virüs onlar arasında da hızlı yayılır.
Hemen ardından gemilerine binip Akdeniz `e doğru açılan Cenevizliler uğradıkları limanlara hastalığı da götürürler. Avrupa’ya ulaşan virüs tarihte yaşanan en büyük yıkımlardan birine yol açar.

Salgın çeşitli tarihlerde tekrar baş göstermiş Viyana’da ise 1679 - 80 yıllarında 75 bin kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur.

Salgının dünya üzerindeki etkileri 18.yüzyılın sonlarına dek sürmüştür. Veba salgınlarının bilançosu önemli bir tarihi gerçeğe de işaret etmektedir. Vebadan en az etkilenen ve en çabuk kurtulanlar salgının çıktığı bölgeye yakın olmalarına rağmen Müslüman nüfusa sahip ülkeler olmuştur. Bunda Müslümanların temizliğe büyün önem veriyor olmalarının etkisi büyüktür.

Veba nedir?
'Kara Ölüm' olarak bilinen veba kurbanlarının şikâyetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu. İleri derece salgınlarda ise daha hızlı ölümler gerçekleşebiliyordu.

Nasıl sona ermiştir?
Veba virüsü insandan insana yayıldıkça daha güçlü hale gelmiş ve bulaştığı bünyeyi daha kısa zaman içinde ölüme götürmeye başlamıştır. Salgında ölümlerin hızlı olması virüsün insandan insana geçmesini ve daha uzak yerlere ulaşmasını bir nebze engellemiş, bir süre sonra ise veba salgını tamamen sona ermiştir.

Kedi katliamı!
Veba hastalığının nedenini bir türlü bulamayan Ortaçağ Avrupa insanı, salgının cadılardan kaynaklandığını düşünerek birçok masum insanı yakarak öldürmüştür. Bu vahşetten kediler de payını almıştır. Kediler sırf karanlıkta gözleri parladığı için cadıların" büyülü hayvanları olarak görülmüş ve katledilmişlerdir. Ancak insanlar bu yaptıklarının cezasını ağır bir şekilde ödemişlerdir. Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Viyana’da tarihin izinde


“Viyana Kuşatmasının ardından Türk ordusundan geriye kalan her şey Avusturyalılar tarafından büyük bir özenle saklanmış ve bugün çeşitli müzelerde sergilenmekte.”

“Viyana Kuşatmasının izlerini hemen her yerde görebilirsiniz. Sanki Viyana Kuşatması dün gibi gerçek Viyana’da.”

Viyana, geçmişi her dem canlı tutan tarihi dokusuyla ilgi odağı olmuş bir şehirdir. Köklü bir geçmişe sahip olan Viyana’nın tarihindeki en büyük olay şüphesiz Viyana Kuşatmalarıdır. Bu o kadar belirgindir ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçekleştirdiği kuşatmanın üzerinden geçen onca zamana rağmen Viyana Kuşatmaları dün gibi gerçektir Viyana’da… Belki birçoğumuzun izlediği Banu Avar’ın TRT’de yayınlanan “Viyana’da Türk korkusu” adlı belgeselinde bu anlamda önemli ayrıntılar yer alıyor. Banu Avar, ısrarla şu soruyu gündeme getiriyor. Üzerinden 300 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen neden Viyana Kuşatmaları belleklerde sıcak tutulmak isteniyor. Oysa Avusturya belki tarihindeki en büyük yıkımı İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadı. Ancak Viyana’da henüz 50 yıl önce yaşanan bu savaşın izlerini bulabilmek imkânsız gibi. Buna karşılık Viyana Kuşatmasının izlerini hemen her yerde görebilirsiniz. Avar’ın ifadesiyle sanki Viyana Kuşatması dün gibi.

Banu Avar aslında haksız da sayılmaz. Avusturya tarihine “Türkenbelagerung” olarak geçen kuşatmanın izlerine Viyana’nın her yerinde rastlamak mümkün. Şehrin göbeğinde Stephans Katedrali üzerinde Osmanlı askerlerini ayaklarına altına almış Avusturya ordusunu resmeden bir heykel mevcuttur mesela. Bu örneklerden sadece biri tabii. Şehirde Türklerle yapılan savaşı anlatan sayısız anıt, heykel, resim veya tablo görebilirsiniz.

Viyana Kuşatmasının ardından Türk ordusundan geriye kalan her şey Avusturyalılar tarafından büyük bir özenle saklanmış ve bugün çeşitli müzelerde sergilenmekte. Bunların başında Viyana Şehir Müzesi ve Tarihi Ordu Müzesi geliyor.

Tarihi Ordu Müzesi kuşatmanın anılarıyla dolu adeta. Müzenin duvar işlemelerinde savaşı anlatan birçok resim ve yağlı boya tablo bulunuyor. İşin ilginç yanı Osmanlı askerleri öyle bir şekilde -bugün ancak korku filmlerinde görebileceğimiz kötü tiplemelerin çirkinliği ve gaddarlığıyla- resmedilmiş ki; gördüğümüz manzara insanın içini acıtıyor, moralini bozuyor. Bunu sadece çizilen bir tablo olarak görmemek gerek zira Avrupalıların bugün Türklere bakış açısı çok da değişmiş sayılmaz. Avusturyalı yazar Rubina Möhring Herold’ın 1982’de kaleme aldığı “Türkisches Wien” adlı kitap bu çarpıtılan eserlerin gölgesinde kalmış.
Yazar Herold, Kanuni Sultan Süleyman’ın ordularının parolasını ölüm saçmak, her yeri talan etmek ve hiçbir canlı dahi bırakmamak olarak yorumluyor. Bu tür söylemlere maalesef birçok yerde rastlıyoruz.

Müzenin Türk izlerine ait bölümü yapının en geniş alanını oluşturuyor.  Bu bir anlamda Türklerin Avusturya tarihinde nasıl bir yer edindiğine dair önemli bir bilgi. Müzede ilerlerken hala o günkü tazeliğini, sadeliğini koruyan tepesindeki hilaliyle bir Osmanlı çadırına rastlıyoruz.
Kara Merzifonlu Mustafa Paşa’nın önderliğinde gerçekleştirilen 2. Viyana Kuşatması’nda Avusturyalıların eline geçen Osmanlı sancakları da müzede gösterilen bir başka tarihi eser.

RESİM ALTI YAZILAR: Resimlerin numaralarına göre:
0001 ve 0005:  2. Viyana Kuşatması’ndan Osmanlı Ordusuna ait sancaklar.
0002: Avusturyalı ressam, kuşatmanın en sert geçtiği anları müzenin duvarına böyle resmetmiş.
0003: Osmanlı’nın yenilgisi
0004: Savaş elbiseleri ve malzemelerinin hemen arkasında başka bir Osmanlı sancağı görülüyor.
0006: Viyana Kuşatması’na genel bir bakış. 

23 Ekim 2010 Cumartesi

Gençler ne ister?

Avusturyalı gençler arasında yapılan bir araştırma ülkenin bugünü ve geleceği açısından önemli ipuçları veriyor. Gençlerin çoğunluğunun hayattan beklentilerinin sadece yaşamdan zevk almak olduğunu söylemesi ilgi çekici. Gençlerin en çok ilgi gösterdikleri şeylerin başında cep telefonu ve kıyafetler geliyor. Müzik  gençlerin yaşam kaynağı olurken, siyaset onları pek de ilgilendirmiyor.

600 bine yakın genç nüfusu barındıran Avusturya, hem ekonomik açıdan hem de kültürel hayat açısından Avrupa standartlarında bir ülke. Zerafeti bir o kadar da tarihi derinliklere sahip olan bir başkenti var Avusturya’nın. Viyana zaten ismiyle de Avusturya’nın önüne geçmiş durumda. Avusturya farklı kültür ve doğal güzellikleriyle dışarıdan rahat bir ülke izlenimi veriyor. Ancak burada Avusturya’nın geleceğinin belirsizliklerle dolu olduğunu da söylemek gerekir. Zira Avusturya ekonomisi kendini yenileyebilmek ve geliştirebilmek için sürekli ve süratli reformlara ihitiyaç duyuyor. Bunları da gerçekletirebilecek bir siyasi yapının Avusturya’da olduğunu söylemek çok zor. Çünkü iktidar ve muhalefetin birbirleriyle zıt düşünmek konusunda pek maharetli olduğu aşikar.

Nasıl mutlu olabiliyorsan öyle yaşa!
İşsizlik yeni yeni baş gösteren ama çok baş ağrıtacak bir mesele olarak duruyor Avusturya’da. Akademik yeterlilikleri bulunanların bile iş bulmakta zorlandığı söylersek durumun vehameti daha kolay anlaşılır sanırım. Bu durum da en çok yeni yetişen nesli etkiliyor. Gençlerin süreki zihnini bulandıran iş bulamama korkusu, onları eğitim almaktan uzaklaştırıyor, belki de okumanın bir anlamı kalmıyor. Bu da başıboş bir hayatın kapılarını ardına kadar açıyor. Elbette sadece işsizlik değil bunun sebebi. Zaten Avusturyalı gençlerin de meslek sahibi olmak konusunda pek de hevesli olmadıkları da yapılan araştırmada ortaya çıkan bir gerçek. Felsefe şu, yapmak zorunda olduğunu değil yapmak istediğini yap, yani nasıl mutlu olabiliyorsan öyle yaşa!

Hayat Felsefesi: Müzik
Kendilerine soru yöneltilen gençler, hayatın anlamını bol bol boş zaman bulabilmek ve iyi arkadaşlara sahip olabilmek diye tanımlıyor.. En çok özlem duydukları şeylerin başında arkadaşlık, istikrar ve kendini güvende hissedebilme arzusu geliyor. Tüm bunlar aslında Avrupa insanının  kemikleşmiş sorununa işaret ediyor. Dinden uzaklaşmanın getirdiği psikolojik sorunlar, teknolojiye hükmeden modern batı insanının en büyük sorunlarından biri olarak göze çarpıyor. Bu durumu en çarpıcı bir şekilde gençlerde gözlemleyebilmek mümkün. Hayat karmaşası içerisinde bunalan gençlik, iman ve bağlılık noktasında yaşadığı eksikliği farklı yerlerde tatmin etme arayışına yöneliyor. Sürekli mutluğu arayan ama mevcut şartlarda bir türlü kendine yer edinemeyen gençlik, toplumdan kopuk ve ona düşman bir hale geliyor. Bu açıdan hayattan beklentisini kaybetmiş gençlerin, kendisi gibi düşünen hayata, dine, sisteme, kısacası herşeye küfredenlerin ürettikleri müziklere yönelmesi pek şaşırtıcı olmasa gerek. Genç beyinlerde müzik kültürü öylesine gelişmiş ki, giyim kuşamdan tutun da hayat görüşüne kadar herşey şarkı sözlerinin mısralarında saklı.

Cep telefonu gençliğin olmazsa olmazı
Araştırmanın en ilgi çeken yönlerinden biri de gençlerin cep telefonuna olan inanılmaz bağlılığı. Cep telefonu hayatın anlamlı bir parçası olarak görülüyor. Telefon kampanyalarının Avusturya gündeminde her zaman güncelliğini koruyabilmesi de bu görüşü doğruluyor. Ama yine de Avusturya’da yaşanan cep telefonu çılgınlığına bir anlam verebilmek mümkün değil.

Yeşil Melodi yükselişte

Yıllarca batı tarzı müziğin tesiri altında kalan İslam Coğrafyası kendi melodisini arıyor. Son yıllarda İslami duyarlılığa sahip müzisyenlerin ortaya çıkışı ve geniş kitleler tarafından ilgi görmesi bu müzik sektörünü oldukça hareketlendirdi. Genel olarak Yeşil Pop olarak adlandırılan bu müzik tarzı kabuğunu kırmayı başardı. Amerika'da, Avrupa'da, Türkiye'de ve diğer tüm İslam ülkelerinde gençler tarafından yaygın olarak dinleniyor, cd'ler, kasetler satış rekorları kırıyor, konserlere yer bulmak mümkün olmuyor.

Cat Stevens’ın Müslümanlığı seçerek Yusuf İslam adını almasıyla birlikte yaptığı albümler, bütün İslam dünyasında büyük beğeni toplamıştı. Çok sesli müzikle icra edilen bu albümlerin büyük başarı elde etmesi genç müzisyenlerin de önünü açmış oluyordu.

Yusuf İslam’ın ardından adını en çok duyuran isim şüphesiz Sami Yusuf oldu. Farklı dillerde eserler seslendiren Sami Yusuf’un klipleri birçok ünlü kanalda yayınlandı. Her geçen gün populeritisi arttıran Sami Yusuf, Türk gençleri tarafından da yakından takip ediliyor. Geçtiğimiz ay içerisinde Kutlu doğum Haftası münasebetiyle Viyana’ya gelen ve Wiener Stadthalle’de konser veren sanatçı gençlerin büyük ilgisiyle karşılaştı.

Hip Hop – Elhamdülillah!
Native Deen ismini bir yerlerden duymuşsunuzdur belki. 3 Amerikalı Müslüman gencin kurdukları hip-hop türünde müzik yapan bir grup. Oldukça kaliteli çalışmalara imza atıyorlar. Türkiye’deki ilahi ve ezgilerin aksine bu grubun yaptığı müzik ve özellikle eserlerin sözleri oldukça anlamlı ve ciddi. Alt yapı olarak bilinen hip hop müziğinden hiçbir farkı yok. Sadece sözleri dini temalar içeriyor. Dünyadaki rap müzik rüzgârını benimsemiş ancak kendi kültür ve değerlerini de koruyan bir görüntü arz ediyor Native Deen.  Hayran kitlesini genellikle genç kesimin oluşturduğu grup bir süre önce Türkiye’de de konser vermişti. Kıyafetleri ile de ilgi toplayan grup, bilinen hip hop kıyafetleri: bol pantolon ve tişörtlerin yanı sıra başlarında takke, tişört baskılarında dini yazı baskıları ile dikkat çekiyorlar.

Türkiye'de ise bu tarz müziğin en önemli temsilcileri olarak Mustafa Demirci, Mehmet Emin Ay, Eşref Ziya Terzi, Ömer Karaoğlu, Aykut Kuşkaya, Abdurrahman Önül gibi isimleri saymak mümkün. Ancak bu isimlerin hiçbiri dünya çapında bir başarı yakalayabilmiş değil.

Avrupa bedel ödüyor

Avrupa kaybettiği aile değerlerini arıyor. Avusturya’da son iki yılda yaşanan olaylar acı bir gerçeği ortaya koyuyor. Avrupa ailenin kutsallığını bozmanın cezasını ağır ödüyor. Avrupa’da aile kurumunun yozlaşması toplumsal çözülmeyi de beraberinde getiriyor.

Graz’da üç bebeğini dondurucuya koyan anne, Viyana’da öldüğü tam 4 yıl sonra anlaşılan bir emekli, çocuklarını 7 yıl boyunca eve kapatan ve kendi pislikleri içinde yaşamaya mahkum eden sorunlu bir anne ve en son olarak babası tarafından evde ölü bulunan uyuşturucu komasına girmiş bir genç.

Avusturya’da son iki yıldır basına yansıyan haberlerden sadece birkaçı bunlar. Ülkedeki aile dramları ebetteki bunlarla sınırlı değil. Gazetelere yansıyan bu ve benzeri haberler, buzdağının sadece görünen kısmı.

Avusturya ile diğer Avrupa ülkelerinin durumu pek de farklı sayılmaz. Aile değerlerinin yok olmaya yüz tuttuğu Avrupa’da her gün farklı bir dram çıkıyor karşımıza. Birçoğu değişik nedenlere dayanıyor, ancak hepsi ortak bir noktada birleşiyor: İnanç eksikliği. Bu konuda Katolik kilise yetkilileri de farklı düşünmüyor.

Evlilik dışı ilişkiler artıyor
Avusturya İstatistik Kurumu’nun 2004 yılı verilerine dayanarak yaptığı araştırma ülkede doğan her üç çocuktan birinin nikâhsız birlikteliklerden olduğu gerçeğini ortaya koymuştu. Avrupa ülkeleri bu sosyal yozlaşmayı önlemek için bazı çalışmalar başlatmış durumda.

Geçtiğimiz aylarda Zaman Gazetesi’nde yayınlanan bir haberde Almanya’nın Köln şehrinde başlatılan ilginç uygulamaya değinilmişti. Haber özetle, “Babyklappe (bebek kutusu) uygulamasında, istenmedik doğum yapan kadınlar, bebeklerini kendilerine ayrılan kutuya bırakıyor. Anne pişman olduğu takdirde 8 hafta içinde bebeğini geri alabiliyor. Sahibi çıkmayan bebekler ise evlat edinecek aileyi beklemek üzere Gençlik Dairesi’ne gönderiliyor. Anneye çocuğunu 16 yaşına kadar görme imkânı da veriliyor“ şeklinde yer almıştı.

İlk olarak Almanya’nın büyük kentlerinden Hamburg’un Altona semtinde 2000 yılında kurulan sistem, zamanla diğer şehirlere de yayılmış. Babyklappe’lerin sayısı şu an Almanya genelinde 41 şehirde 80′e ulaşmış durumda. Söz konusu düzenekten Avusturya’da 8, İsviçre’de bir adet bulunuyor.

Konuya ilişkin en ilginç olaylardan biri de Köln’de yaşanmış. Geçtiğimiz yıl cami önüne bıraktığı bebeğinin yanına Alman vatandaşı anne şöyle bir not iliştirir: “Çocuğumun Müslüman bir aileye evlatlık verilmesini istiyorum.”

“Kutsal aile” imajı zayıflıyor
Yazar İsmail Altıntaş bu bozulmanın nedenlerini aile kurumuna gerçek anlamda önem verilmemesinden kaynaklandığını ifade ediyor. “Günümüz modern sanayi ve sanayi ötesi toplumlarında ortaya çıkan sıkıntılardan bazıları, aile kurumuna gerçek anlamda önem vermemekten kaynaklanmaktadır. Günümüz toplumlarında aile problemleri giderek çoğalmakta ve kutsal aile imajı maalesef zayıflamaktadır. Aile hayatı ulvi/yüce gayelerden uzaklaşarak dünyevileşmektir. Halbuki aile kutsal bir kurum ve geleceğimizin teminatı olarak toplumdaki asli yerini muhafaza etmek durumundadır. Özellikle aile ocağı, yetiştirdiğimiz nesiller için ilk terbiye yeri; dini, milli, manevi ve ahlaki değerlerin kazanıldığı ilk mekteptir. Sevginin aşılandığı ilk irfan yuvasıdır.
Şu hale göre; güçlü toplumlar, ancak bireyleri inanç, fikir ve ideal birliği içerisinde, içtenlikle kaynaşmış mutlu ailelerden meydana gelir. İşte o nedenle kutsal aile yuvasının devamı İslam dininde çok önemlidir.


Yedi yıl ışık görmeden farelerle yaşamak, üç kızın hayat hikayesi...

Anneleri tarafından 7 yıl boyunca eve kapatılan 15, 19 ve 21 yaşlarındaki kızlar Avusturya gündemine oturdu. Konuşmayı dahi tam olarak bilmeyen kızlar, kendi aralarında değişik bir tarzda anlaşıyorlar. Üç genç kızın 7 yıl boyunca birbirleri dışındaki tek arkadaşları evdeki fareler oldu.

Avusturya, 7 yıl boyunca evden dışarı çıkamayan Linz eyaletine bağlı Pöstlingberg semtinde yaşanan olayı konuşuyor. 53 yaşındaki Hukukçu bir kadının çocukları olan Viktoria, Katharina ve Elisabeth adlı kız çocukları yıllarca dış dünyadan uzak bir şekilde yaşadılar. Annelerinin yaşadığı psikolojik sorunlar nedeniyle eve kapatılan kızlar, ışıksız, farelerin ve kendi pisliklerinin olduğu bir ortamda tam 7 yıl boyunca yaşamak zorunda kaldılar.

Anne bunalım geçirmiş
Çocuklarını okula göndermeyen, onları dış dünyadan uzak bir şekilde eve kapatan annenin neden böyle bir şey yaptığı konusunda yetkililer net bir açıklama yapamıyor. Ancak eşinden ayrılan kadının girdiği bunalım sonucu böyle bir şey yapmış olabileceği düşünülüyor.

53 yaşındaki kadının eşinden ayrıldıktan sonra üç kızını eve kapattığı, ampulleri iptal ettiği ve kızların dışarı çıkamamaları için kapının önüne barikat kurduğu anlaşıldı. Kızların durumunu merak eden babalarına ise durumu fark ettirmemek için hasta olduklarını ya da büyükannelerinin yanında kaldıklarını söylediği belirtildi.

Normal hayata dönmeleri zor
Olayın ortaya çıkması ise bir komşunun polise ihbarda bulunmasıyla gerçekleşti. Çocukları evden alarak doktor kontrolü altına alan yetkililer, çocukların gerek sağlık durumlarının gerekse psikolojik durumlarının oldukça kötü olduğunu, yeniden normal hayata başlamalarının oldukça zor olduğunu ifade ettiler.

Neden geç kalındı
Öte yandan yaşanan olayın yıllarca ortaya çıkarılamaması da tartışma konusu oldu. Yetkili mercilerin 7 yıl boyunca okula gitmeyen, hiçbir şekilde kendilerinden haber alınamayan çocukların akıbetlerini araştırmamaları tepkilere neden oluyor. Konuyla ilgili soruşturma sürüyor.


Müziğin katı hali: RAP

Amerika’da 70’li yılların başında doğan Rap müziğin temelinde isyan vardır. Çeşitli şehirlerde arka sokaklara sığınmış siyah Amerikalıların müziği olarak ortaya çıkan rap, o günkü anlamıyla eşitsizliğe, ayrımcılığa, sosyal düzene ve devlet yönetimlerine başkaldırının melodisiydi. Günümüzde bu özelliğini yavaş yavaş kaybetmeye başladığı ifade edilse de geçtiğimiz yıl Paris sokaklarında yaşanan olayların tetikleyicisinin ülkede yaşayan Kuzey Afrikalıların yaptıkları rap müzik olduğu söylenmiş, bu müzik tarzının gençleri yönetime karşı kışkırttığı ifade edilmişti.

Rapin dili oldukça serttir. Belki de bu müziğin en önemli özelliklerinden biri de sözlerinin önemli bir bölümünün küfürlerden veya ağır hakaretlerden oluşmasıdır.

Rap, sadece müzik türü değil
Rap, sadece bir müzik türü olmakla kalmadı aynı zamanda kendi kültürünü de beraberinde getirdi. Bol kot pantolonlar, uzun ve geniş tişörtler, grafiti desenli şapkalar da rap hayranlarının vazgeçilmez giyim tarzı oldu.
Rap, pop gibi sadece aşk sözlerinin yer aldığı bir müzik dalı olmaz, politikaya ilgi duyan, çevresinde olan biteni yorumlayabilen ve bütün bunlara söyleyecek birkaç çift sözü bulunanların tarzı olur rap.

Bugün özellikle gençler tarafından kabul gören rap müzik, son 10 yılda ise dünyanın en çok dinlenen müzik türleri arasındaki yerini almayı başarmıştır.

Türkçe Rap’in öncüleri gurbetçi Türkler olur
Rap müziğin Türkler arasında yaygınlaşması 1995 yılında Cartel grubunun ortaya çıkışıyla başlar. Ancak kanuni olarak piyasaya çıkan ilk Türkçe sözlü rap parçası, King Size Terror grubunun 1991 tarihli ‘The Word is Subversion’ albümünde yer alan ‘Bir Yabancının Hayatı’ adlı şarkısıdır. Parça, Almanya’da yaşayan Türklerin sorunlarını ele alan bir albüm olur. Zaten ‘The Word is Subversion’ albümünün genelinde yabancı düşmanlığına ve Almanya’da uygulanan politikalara karşı bir tavır vardır. Rap, özellikle de Avrupa’da yetişmiş ikinci nesil Türk gençleri tarafından rağbet görür. Memleketlerinden uzak bir yerde yaşamalarının yanı sıra Avrupa toplumunun kendilerine karşı davranışları müzikle ilgilenen Türk gençlerini rap müzik yapmaya iter. Parçalarında daha çok ‘ırkçı - Nazi’ yanlısı görüş ve siyasetlere yüklenen, bunun yanında kendi kimliklerini savunur bir tarzda çıkar ilk Türkçe rap örnekleri. Bu anlamda yapılan müzikler Avrupa’da yaşayan Türk gençleri tarafından büyük beğeniyle karşılanır.   

Türkçe rapin temelleri Almanya’da yaşayan Türkler tarafından atılır. O dönem Berlin’de İngilizce rap yaparak birçok konsere çıkan ve Almanya’daki azınlığın sesi olan Islamic Force, bugünkü Türkçe rap sound’una yakın çalışmalar yapıyordu.
Bu dönemde ortaya çıkan albümler arasında en önemlileri: ‘Ultimatum’, ‘Defol Dazlak’ ve ‘Cehenneme Hoşgeldin’ adlarını taşıyan albümler olur. Ezilen Türk gençlerinin dillerinden düşürmediği bu parçalar rap müziğin Türkler arasında yaygınlaşmasına imkân tanır. Rap o kadar etkili bir hale gelir ki, Almanya’da yaşayan Türklerin evlerinin dazlaklar tarafından yakıldığı dönemlerde ‘Defol Dazlak’ Türk gençleri arasında bir marş haline gelmiştir. Hemen akabinde çıkan Cartel grubu ise Türkiye’de ve Avrupa’da ses getiren bir albüme imza atar.

2000’li yıllarla birlikte ise rap müzik sanatçıları sayısında adeta patlama yaşanır. Yaşanan bu gelişme Türkçe rapin farklı tarzlara bölünmesine yol açar. İsyan ve başkaldırı müziği olarak ortaya çıkan rap müzik, daha sonraları arka planında slow müziklerin olduğu aşk ve duygusal parçalara dönüşür. Bunun yanında ilahi ve marşları rap tarzı yorumlayan genç sanatçılar da müzik piyasasındaki yerini alır. 

‘İthal eş’ mutluluk vermiyor

Yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarının en çok sıkıntı çektiği konulardan biri de “ithal eş” konusu. Avrupa’da yaşayan Türkler arasında daha sık görülen ithal eş olayı, gurbetçi ailelerin oğullarını veya kızlarını Türkiye’den getirdikleri biriyle evlendirmeleri ile gerçekleşiyor. “İthal eş” daha çok ebeveynlerin istekleri doğrultusunda gerçekleşiyor. Aileler Türkiye’de yaşayan kendi yakın akraba veya tanıdıklarından birini seçerek evlatlarını bu kişiyle evlendiriyorlar. Bunun altın yatan mantık ise, miras paylaşımında yabancı bir aileye mal bırakmak istemeyişlik, Türkiye’de yetişen bir gencin Avrupa’daki Türk gençlerine kıyasla daha ahlaklı olduğu görüşü ve bir akraba veya yakının ‘aile birleşimi’ yoluyla Türkiye’den getirilecek olması…

Kültür çatışması boşanmaları beraberinde getiriyor
Ancak hangi amaçla olursa olsun bu şekilde kurulan evliliklerin çok da sağlıklı olmadığı ortada. Farklı kültürlerden gelen iki ayrı insanın evlenmesinin çiftlerin yaşantısına olumsuz bir şekilde yansıdığı Avrupa’da yaşayan Türk toplumu arasında kendini belirgin bir şekilde gösteriyor. Son yıllarda Türk aileleri arasında artan boşanma, aile içi huzursuzluklar ve cinnet geçirmeye varan olaylar durumun vahametini ortaya koyuyor. ‘ithal eş’le yapılan evlilikler bu bozulmanın nedenleri arasında altı çizilerek gösterilecek sebeplerden biri.

Gençleri mutsuzluğa itiyor
Birbirini tanımadan evlendirilen gençler arasında iki farklı ülkeden gelmiş olmanın etkisiyle fikir ve kültür çatışmaları yaşanıyor. Münih’te yaşayan Alman Psikoterapist Dr. Lidwina Genovich-Unterberger, “Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarının geleneksel aile ve çekirdek aile kültürünü yaşatmak isteyişleri çok güzel ama bilhassa kız çocuklarına bir gelecek vermeden, eğitimlerini tamamlayıp kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamadan evlendirmek onları mutsuzluğa itebiliyor” görüşünü savunuyor.

Türkiye’den evlenmek amacıyla Avrupa’ya gelen ancak henüz yaşadığı ülkenin dilini bile öğrenemeden şiddetli geçimsizlik nedeniyle eşinden boşanan Türk kadınlarının sayısı hiç de azımsanmayacak kadar fazla. Bu durum sadece kadınlar için değil, erkekler için de söz konusu. Toplumda “İthal gelin veya damat” olarak adlandırılan gençler, ekonomik açıdan rahatlama ve aile kurma isteğiyle birlikte hayatlarını garantiye alma düşüncesiyle geliyorlar gurbete. Bu evliliklerde aile baskıları da önemli rol oynuyor. Ancak neticesinde birbirlerini hiç tanımayan farklı kültürlerden gelen gençler kendilerini mutsuzluğa itiyor. Evli çift arasındaki sevgi ve karşılıklı anlayış bir zaman sonra farklı ilgi alanları, farklı yaşam biçimlerinin kendini göstermesiyle yerini huzursuzluğa bırakıyor.

Birbirlerini tanımadan evleniyorlar
Almanya Federal Aile Bakanlığı’nın yaptığı bir araştırmaya göre göçmenlerden %25’i evlendikleri erkeği hiç tanımıyorlar. Yarısı görücü usulü evleniyor. % 17’i si de zorla evlilik yapıyor. Fransa’da Türk kızlarının %98’i, erkeklerin %92’si Türkiye’den evleniyor. Bu tür evliliklerin oranı Almanya’da %60.

Ne kadar kalırsa kalsınlar! Türkler hep gurbette!

Avusturya’da yaşayan Türkler üzerinde geniş çaplı bir araştırma yürüten Viyana Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Prof. Dr. Thomas A.Bauer, Kurier Gazetesi’ne henüz sonuçlanmamış çalışmadan önemli bilgiler verdi. Bauer, “ İkinci ve üçüncü kuşak da Türkiye’ye vatan gözüyle bakıyor. Bu insanların iyi entegre olabilmeleri için ne kadar yapısal şart yaratılırsa yaratılsın, kendilerini hep gurbette hissediyorlar” dedi.

Avusturya’da hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyen ‘entegrasyon’ konusu masaya yatırılmaya devam ediliyor. Özellikle Avusturya’da yaşayan Türklerin neden uyum noktasında isteksiz davrandıkları üzerinde yoğunlaşan tartışmalar bilim adamlarını kapsamlı araştırmalar yapmaya itiyor.
Özellikle eğitim ve meslek edinme noktasında yaşanan sıkıntılar Avusturya’da yaşayan Türklerin en büyük problemlerinden bazıları.

Uzmanlar Avusturya vatandaşı olan Türklerin durumunun da bundan farklı olmadığından yola çıkıyor. Viyana Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Prof. Dr. Thomas A.Bauer, Avusturya’da yaşayan Türklerle ilgili yürüttüğü çalışmalarla ilgili Kurier gazetesine önemli açıklamalarda bulundu:  Bauer, “ İkinci ve üçüncü kuşakta da Türkiye’ye vatan gözüyle bakıyor. Bu insanların iyi entegre olabilmeleri için ne kadar yapısal şart yaratılırsa yaratılsın, kendilerini hep gurbette hissediyorlar” ifadelerini kullandı. Araştırma çerçevesinde kendilerine soru yöneltilenlerin çoğu daha iyi eğitim almayı arzu ettiklerini söylüyor. Çoğunluğu Almanca bilgilerinin yetersiz olduğu kanısında. Avusturya’daki Türk kökenli göçmenlerin yüzde 80’i yalnızca zorunlu eğitim yapmış. İkinci kuşaktan lise bitirme sınavını (matura) verenlerin oranı yüzde dört. Bunun nedenleri kısmen biraz da geçmişe dayanıyor. Az vasıflı yabancı işçilerin geçici olarak işgücü açığını kapatmaları düşünülmüştü. Bugün Türkiye’den gelerek Avusturya’da çalışan göçmenlerin dörtte üçü işçi. Türk kadınları arasında işçilerin oranı yüzde 70. Türk işçilerin yüzde 15’i kalifiye işçi olarak çalışırken, eski Yugoslavya’dan gelenler arasında vasıflı işçi oranı dörtte bir.

Almanya’da da durum farklı değil!
Almanya’da yapılan ve geçtiğimiz günlerde açıklanan entegrasyon konusundaki ilk geniş çaplı araştırma büyük yankılar uyandırdı. Araştırmanın vardığı sonuca göre, Türk göçmenler pek uyuma mesafeli yaklaşıyorlar. Almanya’da doğan Türklerin yüzde 93’ü yine Türklerle evleniyor, üçte biri bir okul bitiremiyor.

İstatistiklerle  Avusturya’daki Türkler
Avusturya’da göçmen kökenli 1,4 milyon kişi yaşıyor (ya kendileri, ya da anne veya babaları yurtdışında doğmuş). Bunlardan 250 bini Türk, yarısı Türk vatandaşı. Avusturya’daki istatistiklerde yalnız Türk vatandaşı olanlar Türk, onların Avusturya vatandaşı olan çocukları ise Avusturyalı sayılıyor. Bu yüzden Avusturya’da Türk toplumunun tümünü kapsayan geniş çaplı bir araştırma yok.

Çok çirkin hareketler bunlar!

Ekranlardaki kirlilik son haddinde. Dizilerdeki ahlaksız yaşantılar, küfür, argo maalesef eğlence kültürünün en önemli parçası haline geldi.  
Kanal D’nin reytingi hayli yüksek olan eğlence programı ‘Çok Güzel Hareketler Bunlar’ bu tür programların başını çekiyor. Programın özellikle lise çağındaki gençler tarafından takip ediliyor olması sıkıntının çıkış noktasını oluşturuyor. Programın çekildiği tiyatro salonuna da özellikle liseli gençler davet ediliyor.

Skeçlerde en çok değinilen konuların başında karşı cinsle olan ilişkiler geliyor. Bu diyaloglar bazen ebeveyn ve çocuk arasında geçiyor ya da arkadaş arasında. Ancak şu bir gerçek ki, özellikle ergen yaştaki gençlerin cinselliğe gösterdikleri büyük hassasiyet bu programda acımasızca sömürülüyor.

Bir skeç esnasında mutfağın en önemli oyuncularından biri karışık bir şekilde erkeklik organını telaffuz ediyor. Ve salondakiler tarafından bu çılgınca alkışlanıyor. Mizah anlayışının bu denli ucuzlaşması bir tarafa ahlaksızlığın bu şekilde onore edilmesi insanı derin düşüncelere itiyor.

Mutfak oyuncuları, sırf insanları güldürebilmek adına belaltı senaryo dışında fikir üretemedikleri için akla, hayale gelmeyen her türlü gayri meşru ilişkileri anlatıyorlar. Birbirini aldatan eşler-sevgililer, birbirleri üzerinden cinsel fanteziler üreten arkadaşlar, sapık komşuluk ilişkileri, eşcinsellik diyalogları, evli çiftlerin akşam ne yaptıkları… Tüm bu kirli skeçler program öncesi aktarıldığı gibi lise öğrencileri önünde oynanıyor.

Bir erkek diğerine, sen bana tecavüz etsen 26 bin doları alsam, diğeri de ona aynı cümleyi kullanıp, birbirlerinin arkadan popolarına bakıyor ve ahlaksızca oyunu devam ettiriyorlar.

Bir kız gece beraber olduğu erkeği sabah terk ediyor. Ve buna gerekçe olarak böyle yapan erkeklerden intikam aldığını söylüyor. Skeci izleyen ortalama 13-14 yaşındaki liseli kız öğrenciler bunu ’korkunç’ bir şekilde alkışlıyor. Bazı erkek izleyiciler ise bir yenilgi havasında karşılıyor durumu. Finalde erkek kadını bir şekilde kandırıp, tek gecelik ilişkiyi yalnızca erkeklerin yapabileceği mesajını veriyor. Bu kez alkışlayanlar erkekler. Kim neyi, niye destekliyor? Tablo rezalet!

Ahlaksızlığın meşrulaştırılması…
Programda Aşk-ı Memnu dizisinin sapık karakteri Behlül’e sık sık atıfta bulunuluyor. Bu masum bir bakış açısıyla eleştirel bir yaklaşım olarak görülebilir. Ancak bu tür şakacıkların(!) sıklaştırılması bir zaman sonra yapılan davranışın çirkinliğini kapattırıyor. BKM’nin sevilen ismi Ersin bir oyunda Behlül isimli bir karakteri canlandırıyor. Diyaloglarda ‘Yenge’ kelimesi geçince deyim yerindeyse Ersin’in iştahı kabarıyor. Ve bu Yılmaz Erdoğan’ın deyimiyle izleyici kitlesinden reaksiyon! alıyor. Ne kadar da gülünç!

Taciz, fortçuluk, röntgencilik, elleme, sürtme… daha işlenmedik ne kaldı! Salak, geri zekâlı, aptal, mal, lan lun… Skeçlerdeki bu bol reaksiyonlu hitaplar(!) günlük hayatta kullanılır hale geldi. Özgürlük, medeni cesaret, kadının toplumdaki yeri gibi konularda gençlere öylesine mesajlar veriliyor ki akıl alacak cinsten değil.

Toplumun tüm bu yüzkaralık hareketlerine böylece oturup daha ne kadar gülünecek. Birileri sizin adınıza çıkıp bu ahlaksız hareketleri daha ne kadar ‘çok güzel’ olarak niteleyip zili çalacak. Biz bu hareketleri beğenmiyoruz deyip tehlike çanlarını çalmanın vakti gelmedi mi?!

Avrupa’daki Türk kanallarında yayınlanan reklamlar üzerine…

Türkiye’de yayın yapan birçok televizyon kanalının aynı zamanda Avrupa versiyonları da bulunuyor. Avrupa’da yaşayan Türklere yönelik de yayınlar yapabilmek için kanal isimlerinin başına Euro ya da Avrupa gibi isimler getirilerek başka bir kanal haline getiriliyor. Ancak sunulan hizmet televizyonun yeni bulunduğu dönemleri hatırlatacak cinsten. Teknoloji almış başını gitmişken bu gelenekselciliği anlamak elbette mümkün değil!?

Sanal reklam uygulamaları uzun süredir televizyonlarda var olan bir şey. Buna kimsenin diyeceği bir şey yok. Ancak Avrupalı Türk kanallarındaki reklamcılık anlayışı ilkelliğin de ötesine gitmek için önemli atılımlar gerçekleştiriyor.

Örneğin sevdiğiniz diziyi izlemek için ekran başına geçiyorsunuz. Ama o da ne? Ekranın neredeyse yarısını kaplayacak bir şekilde bir ‚kartvizit’ size bakıyor. Evet bildiğiniz herhangi bir kartvizit bir televizyon reklamı olarak izleyiciye sunuluyor. Reklamların hiçbir albenisi yok. Sinirleri bozmak için ise birebir. Defalarca aynı reklamların yayınlanması da işin cabası. Ya bu işi yapan insanlar televizyonculuktan zerre kadar anlamıyor ya da izleyicinin ne düşündükleri hiç ama hiç umurlarında değil.

Ola ki maç yayını var ekranda. Sahanın yarısı yok. Neden? Çünkü işletme sahipleri altta birbirlerine başarılar diliyor. Örneğin bir market reklamı işletme sahibinin koskoca bir resmiyle veriliyor. Neden biz indirimli bir ürünü değil de patronun resmini merak edelim ki? Adam kara kaşlı kara gözlü ya da sarışın ne fark eder ki? Koskoca firmaların  reklamlarında sanki kendi akrabalarını oynatmışlar gibi profesyonellikten uzak oyuncularla çalışmaları mı dersiniz, bunu kullandım ölümden döndüm, yürüyemiyordum şimdi uçuyorum içerikli ne idüğü belirsiz bitmek tükenmek bilmeyen ilaç reklamları mı dersiniz?

Kullanılan dil berbat. Reklamlar bir anlama özürlüsüne hitap edecek şekilde veriliyor. Bu tür reklamların hemen hepsi Türkiye’de mizah malzemesi olarak kullanılıyor.

Şans oyunlarına katılalım yoksa spiker bizi dövecek!
Para avcılığının sınırı yok. Şans oyunu adı altında güya bilgi yarışmaları sahneleniyor ekranlarda. Önde kameranın içine girip girip konuşan, sıkıldığında şarkı söyleyen çok konuşan e haliyle boş konuşan biri var. Aptalca sorular soruyorlar. İzleyicilerle dalga geçiyor Misal k.z. Yolunacak şey. Bir harfi eksik. E bunu herkes bilir. O zaman millet arasın dursun. Bak baaakk 100 öööroo da koşu bandında ilerliyor. Arayan arayana ama düşüren yok. Spikerimiz çok gergin:
- Aaaaa bunu bilen çıkmayacak mı canım?


Pardon ama siz ne yapıyorsunuz? Böyle çirkin, tutarsız bir yayıncılık anlayışı olabilir mi?

Avrupa’da yaşayan Türklerin daha kaliteli programlar izleme hakları yok mu? Artık her izleyiciyi canından bezdiren bu reklam kuşağı rezaleti bir an önce düzeltilmeli.

İstanbul’daki Avusturya: Avusturya Lisesi

Geçmişi 1300'lere uzanan Avusturya Lisesi, İstanbul’un tarih kokan mekanlarından biri olan Galata’yı da içine alan Karaköy semtinde bulunuyor. Türkiye’de verdiği Almanca dil eğitimiyle bir ekol olarak görülen Sankt Georg Avusturya Lisesi, birçok ünlü ismin de mezun olduğu okul olarak da dikkat çekiyor. Okul ayrıca Avusturya ve Türkiye ilişkileri açısından da önemli bir köprü vazifesi görüyor.

 Okulun tarihçesi de oldukça ilginç. 20. yüzyılda yaşanan savaşlar okulun kaderini derinden etkilemiş.
1882 yılında Avusturyalı bir Lazarist cemaati tarafından kurulan okul, önce Almanca konuşan Katolik çocuklar için ilkokul ve yetimhane olarak düşünülmüş, daha sonra orta ve lise kısımlarının eklenmesiyle 1913'te ilk lise mezunlarını vermiştir.
I. Dünya Savaşı yıllarında Fransa ve İtalya, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaştıklarından Türkiye'deki Fransızlara ve İtalyanlara ait dinsel, eğitsel kurumlar kapatılmış; ancak Avusturya Lisesi bu durumdan etkilenmemiştir. Hatta Avusturyalı rahipler, boşaltılan binalara yerleşmişlerdir. Örneğin Karaköy'de Fransız Lazaristlerin yönetiminde olan Saint Benoit Fransız Lisesi binasındaki kilise, Avusturya Lisesi'nde görev yapmakta olan Avusturyalı rahiplerce savaş sona erene dek koruma altına alınmıştır.

I. Dünya Savaşı sonrasında ise durum tam tersine dönmüş, bu kez sürgün edilme sırası Avusturyalılara gelmiştir. İstanbul'daki işgal kuvvetlerine bağlı bir Fransız komutanı, okul çalışanlarına Osmanlı Devleti'ni terketme emri verince okul 1919'da kapatılmış, ancak 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra tekrar açılabilmiştir.


1938'de Nazi Almanya'sı Avusturya'yı ilhak edince okulun adı St. Georg Alman Lisesi olarak değiştirilmiş, 1944'te Türkiye-Almanya ilişkilerinin kopması üzerine okul ikinci kez kapatılmıştır. Üç yıl kapalı kalan okul, 1947'de Avusturya Lisesi adıyla tekrar açılmıştır. (1)

Öğretimin yeniden başladığı 1947'den sonraki yirmi yıl içinde, Avusturya'daki yetkililerin İstanbul'daki çalışmalarla ilgilenmesi yolunda gösterilen yoğun çabalar sonucu St.Georg Avusturya Lisesi, Avusturya Eğitim Bakanlığı'na bağlı 45 Avusturyalı öğretmenin 24 Türk öğretmen ile birlikte görev yapmakta olduğu bir okul olarak bugünlere gelebilmiştir. (2)

Okul 1982 yılında yayınladığı Avusturya Lisesi Yıllığı’nda kurumun amacını şu sözlerle ifade ediyor: ‚Bizim amacımız okuldaki Türk öğrencileri birer Avusturyalı gibi yetiştirmek değil, tam tersine Türk ve Avusturyalı öğretmenlerin ortak olarak vardıkları pedagojik öğeler çerçevesinde, biz Avusturyalılarla oolan ilişkileri biz hristiyanlarla olan dostluk alışverişlerinden edindikleri değerlerden yararlanarak kendi özlerine dönebilecek, kendi vatanlarına yararlı, yurtsever insani niteliklere sahip ve aynı zamanda Avusturya dostu olan kişiler yetiştirmektir.’

Avusturya Lisesi’nde verilen eğitim birçok kişi tarafından ‚zor ve sıkıcı’ olarak tarif ediliyor. Türkiye’de 8 yıllık eğitimin zorunlu hale getirilmesinin ardından orta okul kısmını kapatmak durumunda kalan okul, özellikle dil eğitiminin tam anlamıyla verilememesi gibi sorunlarla da karşı karşıya kalmış. Okul şu an 4 yıl lise ve 1 yıl hazırlık sınıfı olmak üzere 5 yıllık bir öğrenim süresine sahip. Okuldaki öğretmenlerin çoğunluğunu Avusturyalılar oluşturuyor. Buna karşılık öğrenim dili Türkçe ve Almanca olmak üzere iki dilli yapılıyor. Okuldan mezun olanların Türkiye lise diplomasının yanısıra Avusturya lise diploması (Matura) alma imkânı da bulunuyor Bunun için okul bünyesinde bazı ek sınavlardan başarıyla geçilmesi gerekiyor. Matura diploması alan öğrenciler, Avusturya Yüksek Öğretim Kanunu ve ilgili yönetmelikler uyarınca, Avusturya'da (ve diğer Avrupa Birliği ülkelerinde) diledikleri üniversitede okuyabiliyorlar.

Logo bilmecesi!

Bir ara Türkiye’de Avusturya Lisesi’nin logosu ile Galatasaray Kulübü’nün logosu arasındaki benzerlik tartışma konusu olmuştu. İki kurum arasında böyle bir tartışma yaşandı mı bilinmez ama bazı kesimler Avusturya Lisesi’nin kuruluşunun daha önce olması nedeniyle Galatasaray’ın logosunun çalıntı olduğunu iddia etmişlerdi. Üstüne üstlük Galatasaray’ın ilk renklerin kırmızı-beyaz oluşu da bu iddiayı güçlendirir nitelikteydi. Ancak bu konuda yapılan araştırmalar Avusturya Lisesi’nin logosunun bugünkü halini çok sonra aldığı ve Galatasaray’ın ise arapça harflerden oluşan gayın ve sin’li logosunu ilk olarak 1923’de kullandığını ortaya çıkardı. (3)

Ünlü mezunlar
Mesut Yılmaz, eski başbakan
Ediz Hun, aktör ve milletvekili
Rutkay Aziz, oyuncu, tiyatrocu, yönetmen ve sanat yönetmeni
Alev Korun, Avusturya Parlamentosu'ndaki ilk Türk kökenli milletvekili
Zeynep Damla Gürel, Cumhurbaskanlığı AB danışmanı, eski CHP İstanbul milletvekîli
Ahmet Tulgar, yazar ve gazeteci
Petros Markaris, Yunan yazar
Enis Berberoğlu, Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni
Merva Ulusoy, ekonomist ve CNN Turk'te program editörü
Kenan Kolat, Almanya Türk Toplumu (TGD) Derneği başkanı
Fatih Özgüven, yazar, çevirmen ve köşe yazarı
Tunç Hamarat, Dünya Korespondens Satranç Şampiyonu 1999-2004
Murat Ses, besteci/müzisyen, organist, Grammy seçici kurul üyesi
Dilek Çınar, Boğaziçi Üniversitesi profesörü
Mehmetcan Mincinozlu, oyuncu, tiyatrocu
Zehra İpşiroğlu, yazar, eleştirmen.
Cansu Demirci, oyuncu
Aret Güzel Aleksanyan, Viyana Interkul Tiyatrosu'nun (Wiener Interkul Theater)kurucusu, 2008 Viyana Altın Üstün Hizmet madalyasının sahibi
Leyla Gediz, ressam, sergi küratörü
İsmail Hakkı Sır, yazar
Mine Ayşe Karamehmet, Atölyedans ve Atölyemüzik sanat okulları kurucusu
Meral Güneyman, müzisyen ve piyanist
Nijad Sirel, yazar
Gül Erali, Gül Erali Seramik Atölyesi kurucusu
Irmak Vakıflı, yazar (Zamandaki Ruhlar)

Haberde kullanılan kaynaklar:
3)      Galatasaray Dergisi, 2009 Ağustos sayısı

İslam korkusu, Avusturya ve Müslümanlar

Kamuoyu araştırma kuruluşu IMAS'ın yürüttüğü ‚Avusturya’da İslam ve Müslümanlar’ başlıklı çalışma çarpıcı sonuçlar ortaya koydu.  IMAS'ın anketine göre, Avusturya halkının yüzde 59'u minare inşasına karşı çıkıyor. İslam'ı Batı için bir tehdit olarak görenlerin oranı ise yüzde 54. Buna paralel olarak Avusturyalıların yüzde 72’si ülkede Müslümanların uyum sağlama noktasında istekli olmadığı görüşünü savunuyor.

Avusturyalıların büyük bir çoğunluğu ülkede yaşayan Müslümanların uyum gönüllüsü olduğunu düşünmüyor. İslam bir tehdit olarak algılanıyor. Bu durum ankete katılanların ifadelerine de yansıyor. Avusturya’nın bir Hristiyan ülkesi olduğu ve böyle kalacağı yönünde görüşler belirtiliyor. Bu bakış açısı sadece FPÖ’lü seçmenlerde görülen bir durum değil. SPÖ ve ÖVP’li seçmenlerin de yaklaşık yüzde 40’ı yabancılardan ve Müslümanlardan açıkça rahatsızlık duyduğunu ifade ediyor.

Neden bu korku?
Son yıllarda genel olarak Avrupa medyasına ve politikacıların söylemlerine dikkatle bakıldığında halkın duyduğu bu korkunun nedenlerini anlayabilmek mümkün. Batı dünyasında uzun bir süredir İslam’a ve Müslümanlara yönelik oldukça yoğun bir propaganda yürütülüyor. Bilinçli bir şekilde İslam dini ve onun mensubu olan Müslümanlar sürekli olarak şiddet ve terörle ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Hatta bazı medya organları daha da ileri giderek yasadışı, anarşik örgütlerin eylemlerini dahi ‘İslami terör’ diye etiketlendiriyor. Ancak Müslümanların bu çirkin girişimleri asla sahiplenmedikleri, İslam dininin hoşgörü ve barış dini olduğu gerçeği ise göz ardı ediliyor. Bu yoğun propaganda aracılığıyla Müslümanlar, İslami semboller birer korku objesi haline dönüştürülüyor. Minare yasağı ve başörtüsü yasağı da bunu destekler nitelikte. Oysa inanç ve ibadet özgürlüğünün insanın en temel haklarından biri olduğu unutuluyor

Bir siyasi malzeme olarak ‘Anti-İslam’
İslami terör propagandası etkisini yitirmeye başlayınca bu kez ‘İslamlaşma tehlikesi’ adı altında yeni bir yapay korku oluşturuldu. Bu konuda hiçbir somut gerekçe, kanıt olmaksızın Avrupalının kendi dinini kaybetme-yaşayamama tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı tezi üretildi. Müslüman halkın doğum oranlarında daha yüksek bir yüzdeliğe sahip olması dahi büyük bir tehlikeymiş gibi gösterildi. Medya bu tür haberlere sorumsuzca ve basın ahlakına uymayacak bir şekilde yer verdi. Bu psikolojik saldırının politik yönünü ise aşırı sağ partiler severek üstlendi. Avrupa’nın hemen her yerinde gerçekleştirilen seçimlerde İslam karşıtı görüşlerin, Müslüman halkı hedef alan açıklamaların ardı arkası kesilmedi. Oysa tüm bu yapılanlar apaçık bir şekilde İslam düşmanlığıydı.

Korkunun varlığını kabul edip çözüme yönelmek gerekli!
Hiçbir düşüncenin, halk bazında kitlesel bir destek almadığı sürece etkisini ve varlığını sürdürmesi düşünülemez. Dolayısıyla tüm bunları bir medya safsatası olarak görmek de mümkün değildir. Çünkü bu şekilde düşünen geniş bir kitle vardır. En yalın haliyle Avrupa’daki İslam tehdidinin temelini Avrupa’daki Müslümanların şu an için konuşlandıkları zamanı gelince ise harekete geçecekleri yönündeki düşünceler oluşturmaktadır. Bu her ne kadar komik bir iddia olarak algılansa da çok çeşitli platformlarda tartışılan bir konu haline gelmiştir.

Elbette ortaya çıkan bu tablonun bir sonucu olarak Avrupa’da yaşayan Müslüman toplumun da kendini bir özeleştiriden geçirmesi gerekir. Çünkü her Müslüman ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ diyen bir peygamberin ümmetidir. Müslümanlar olarak bu inanç ve gaye doğrultusunda bir hayat sürdürmedikçe üzerimize etiketlenmeye çalışan tüm bu mesnetsiz iddialara göğüs germek daha zor hale gelecektir. Çünkü ne olduğumuz kadar nasıl yaşadığımız da bir o kadar önemlidir.

En basitinden bugün toplu taşıma araçlarında, parklarda, sokaklarda bazı Türk gençlerinin takındıkları tavırlar maalesef rahatsızlık verecek boyutlara ulaşmıştır. Bazı sosyal psikologlar bunun gençlerin kimlik bunalımından kaynaklandığı ve bir başkaldırı ifadesi olarak bu şekilde davrandıklarını ifade etmektedirler. Ancak şu bir gerçek ki kuralları çiğnemek, yasalara karşı gelmek ve genel ahlaki kurallara riayet etmemek asla bir çözüm değil. Kendini topluma kabul ettirmek kaba davranışlarla, başka insanları sindirerek değil ancak eğitim, bilgi ve mesleki birikimlerle kazanılabilecek bir sosyal statü sayesinde gerçek olabilir. Bu bilincin oluşmasına önderlik edecek olanlar da öncelikli olarak Avusturya’da faaliyet gösteren Müslüman dernek, kurum ve kuruluşlardır.

İslam’ı anlatacak entelektüel birikime sahip insanlara ihtiyaç var
Avrupa’da yaşayan Müslümanlar olarak en önemli eksikliklerimizden biri de entelektüel birikimimizin olmayışıdır. Maalesef bu durum bize yöneltilen suçlamaların karşılıksız kalmasına ya da cevap verildiğinde ciddiye alınmamasına yol açmaktadır. Bugün Avrupa’da İslam ve Müslümanlar üzerine yapılan bilimsel araştırmalar ve çalışmalar incelendiğinde neredeyse tüm bu eserlerin altında batılı yazar ve akademisyenlerin imzasının olduğu görülecektir.
Oysa İslam’ı anlatacak; örneğin üniversitelerde ders verecek akademisyenler yetiştirmek, Avrupa dillerinde araştırma yapacak, kitap makale gibi eserler verecek insanlarımıza büyük bir ihtiyaç duyulduğu aşikardır.

Sonuç olarak genel anlamda İslam korkusunun temelini sadece Avrupa’da camilerin açılması veyahut Müslümanların bu ülkelere göç etmeleri oluşturmuyor. Elbette ki bu korkunun tarihi bir derinliği de var. Bu korkunun varlığı inkar edilemez. Ancak bu korkunun İslam’dan kaynaklandığı yönündeki görüşler de asla kabul edilemez. Sorunun giderilmesi noktasında her hem batılı topluma hem de Müslümanlara büyük görevler düşüyor.

Burada yaşayan göçmenler Avusturya halkının kültürüne, inancına, tarihine, gelenek ve göreneklerine nasıl saygı duymaları gerekiyorsa aynı şekilde yerli halkın da buna karşılık vermesi gerekiyor. Eğer bir uyumdan, birlikte yaşamdan söz ediyorsak birbirimizi iyi ve doğru tanımalı, anlamalı ve anlatmalıyız. Yıllardır birlikte yaşayan insanlar arasında örülmeye çalışılan bu korku duvarını aşmak ancak bu şekilde mümkün olabilir. Çünkü insan ancak bilmediği ve tanımadığı şeyin düşmanıdır.